25 Ağustos 2013 Pazar

HİÇ aşkın ile aşıklar

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

Din, hem erkekler hem kadınlar için bir imtihandır. Bu imtihan, insanların nefislerine ağır gelse de, hikmetini bilmeseler de, Müslüman olmak istiyorlarsa, Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. İslam, teslimiyeti, teslimiyet Allah’a güvenmeyi / ona tevekkül etmeyi gerektirir. Tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini netice verir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta).

Demek ki, Allah’a iman eden O’na teslim olmak durumundadır. Çünkü, Allah’a iman etmek, O’nun isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatlarının hepsinin güzel olduğuna iman etmek demektir. Kur’an surelerinin başında kendini Rahman ve Rahîm olarak takdim eden Allah’a hüsnüzan etmek, O’nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu düşünmek, “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” düşüncesini kalbine yerleştirmek gerekir.

Bir şeyin başta hayırlı, sonunda kötü olması muhtemel olduğu gibi, başta kötü sonunda güzel olma ihtimali de her zaman vardır. Bu husus Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir:
/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne)
“Hoşlanmazsanız da savaş size farz kılındı. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Ve olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli/kötü olur. İşin sonucunu, gerçeğini Allah bilir, ama siz bilemezsiniz.”(Bakara, 2/216).

İman ettiğimiz Allah, mademki hakîmdir, öyleyse abes iş yapmaz; mademki âdildir öyleyse zulüm etmez; mademki rahîmdir öyleyse kullarına karşı son derece şefkatlidir, öyleyse başa gelen sıkıntılar şefkat tokadı türünden birer uyarıdır.

İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Bu manaları biraz açacak olursak, imanla teslimiyet birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir. İman edene mümin, teslim olana Müslüman denir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısını tanımak ve O'na iman edip ibadet etmektir. Zira Yüce Allah, Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun    "Cinleri ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) Bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat, 51/56) buyurmaktadır. Demek ki insanın yaratılış gayesi, Allah'ı tanımak, O'na iman edip kuvvetli iman ile varlığını ve birliğini tasdik etmektir.

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 208)

Dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa erişmek için sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Çünkü, İman, insanı insan eder, dünyada sultan eder. Dünya ve ahiret saadeti yalnız İslâmiyet'te ve imandadır. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, farzları yaparak süsleyiniz ve günahlardan çekinerek korununuz. (bk. Sözler, s.146) Peygamberimiz (asv) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ölümden önce hayatın, yaşlılıktan önce gençliğin, çok işten önce boş zamanın değerini biliniz." (Fethu'l-barî, 14/9)

Demek ki hayat, anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, adeta hayırlı amellerde yarışma alanı, bir imtihan salonu; ölüm ise bu dünyada yaptığımız amellerin karşılığını alacağımız, ebedi varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır.

Huzur imandadır

Bu dünya hayatı geçicidir; baki olan ahiret hayatıdır. Eğer bu dünya hayatı, Allah'ın buyurduğu istikamette geçirilirse, hem dünya hem ahiret adına büyük bir fidelik olma fonksiyonu görecektir. O bakımdan insan, hayatını, dinimize uygun, iffet ve namuslu olarak yaşamalı ve böylece ebedi hayatı kazanmalıdır. Ahirete göre çok kısa olan bu dünya hayatını yiyip-içip safa sürmekle gayrimeşru bir şekilde geçirenler, bu dünyada çok sıkıntılar ve üzüntüler çekecek, kabirde ve ahirette de elbette cezalarını göreceklerdir. Yüce Allah; Ve men a'rada an zikrı fe innel lehu meıyşeten dankev ve nahşüruhu yevmel kıyameti a'ma  "Kim ki benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona dar bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet Günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz."(Taha, 20/124) buyurur.

Hakiki mutluluk ve huzur, yalnız imanda ve iman hakikatleri içerisinde bulunur. Hayatlarını Allah'ın emirleri doğrultusunda geçirenler, hem ailelerine hem de içinde yaşadıkları topluma faydalı birer kişi olurlar.

İnsanın dünyada ve ahiretteki tek kurtuluşu imandadır. Eğer bir insan Allah'a gereği gibi kulluk eder, ibadetlerini ihlâsla yerine getirir ve bu yolda ciddi bir çaba gösterirse, Allah Teala'nın rahmetini umabilir. Nitekim Allah salih olan kullarının günahlarını bağışlayacağını, onların kötülüklerini iyiliklere çevireceğini ve nimetlerle dolu cennetine varisçi kılacağını şöyle müjdelemektedir:
 Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne).
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı nakşetmiş ve kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedi kalmak üzere yerleştirecektir. Allah onlardan, onlar da O'ndan razıdırlar. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. Ve iyi bilin ki, felaha erenler, Allah'ın tarafında yer alanlar olacaklardır." (Mücadele, 58/22)

Bunun aksini seçen bir kul için rahatlık ve ferahlık içinde yaşamak adeta bir hayaldir. Dünya hayatı, imansız bir insana taşıyamayacağı kadar ağır zorluklar yükler. Bir insan tevekkül etmedikçe, Allah'a dayanıp güvenmedikçe o insanın zorlukların altından kalkması, bunlardan ruhen etkilenmeden kurtulması imkânsızdır.

Mümin için ise durum tam tersidir. Taşıdığı iman mümine iç huzuru ve rahatlığı sağlar. Allah, bu kullarını kendisine varan doğru yola iletir ve yaptıkları iyiliklerin karşılığını kat kat artırarak verir. En önemlisi onları hüsrana uğrayan bir topluluk olmaktan kurtarır ve felaha ulaştırır. Şüphesiz bu Allah Teala'nın iman edenlere rahmetinin ve sevgisinin en açık göstergelerinden biridir.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdiselerin baskısından kurtulabilir." (Sözler, s. 314 )      

İman, tevhidi gerektirir

Tevhid, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmek demektir. Bu da "La ilahe illallah" olan kelime-i tevhidle ifade edilmektedir. Bu sözle insan, Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını,  Allah'tan başka ibadet edilmeyi hak eden, gerçekte hiçbir ilah olmadığını ikrar etmiş oluyor.
 Mey yütıır rasule fe kad etaallah ve men tevella fe ma erselnake aleyhim hafıyza
"Muhammedun Rasulullah" şahadeti de, Hz. Muhammed (sav)'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmek anlamını taşımaktadır. Allah Teala, Resulünü tebliği ile görevli olduğu risaletinde hataya düşmek ve yanılmaktan korumuştur. O'na itaati de kendisine itaat saymıştır. "Kim Resul'e itaat ederse, Allah 'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80)

 Kim O'na itaat ederse Cennet'e girer, kim de O'na isyan ederse Cehennem'e girer. Allah Teala, bizi O'nun emrine karşı çıkmaktan sakındırıp bizleri bundan şöyle yasaklamıştır:
Fe la ve rabbike la yü'minune hatta yühakkimuke fıma şecera beynehüm sümme la yecidu fı enfüsihim haracem mimma kadayte ve yüsellimu teslıma
"Rabbin adına yemin olsun ki, onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan senin verdiğin hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, asla iman etmiş olmazlar."(Nisa, 4/65)

Yüce Allah, bu ayette şu üç noktaya dikkatimizi çekiyor:

1. Her meselede Resulullah'ın hakemliğine başvurmak. (Bugün için alimlerin farklı görüşleri karşısında Resulullah’ı hakem tutmak.)

2. O'nun verdiği hükümden dolayı içimizde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymamak.

3. Tam bir teslimiyetle O'na boyun eğmek.
 Ve mey ya'sıllahe ve rasulehu ve yeteadde hududehu yudhılhü naran haledn fıha ve lehu azabüm mühın  
"Kim Allah'a ve Resûlüne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." (Nisa, 4/14)

Allah'ın varlığını ve tek olduğunu kabul eden, Hz. Muhammed (sav)'in Yüce Allah'tan getirip haber verdiği her şeyin doğru olduğunu tasdik eden kişi iman etmiş sayılır.

Tevhid de teslimiyeti gerektirir

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emir ve buyruklarını kabul edip teslim olarak itaat etmesi gerekir. Nisa suresi 59. ayette bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:
Ya eyyühellezıne amenu etıy'ullahe ve etıy'ur rasule ve ülil emri minküm fe in tenaze'tüm fı şey'in fe rudduhü ilellahi ves rasuli in küntüm tü'minune billahi vel yevmil ahırv zalike hayruv ve ahsenü te'vıla "Ey iman edenler! Allah 'a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer Allah'a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah'a ve Resulüne arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir."

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emrine teslim olmalıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim, müminlerin mutlak teslimiyetten başka bir tercih haklarının da olmadığını kesin bir ifade ile şöyle haber veriyor:
Ve mâ kâne li mu’minin ve lâ mu’minetin izâ kadallâhu ve resûluhu emren en yekûne lehumul hıyeretu min emrihim, ve men ya’sıllâhe ve resûlehu fe kad dalle dalâlen mubînâ(mubînen).
"Mü'min bir erkek ve kadın için Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık onlar için teslimiyetten başka hiçbir tercih hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36)

Teslimiyet ise tevekkülü gerektirir

Teslim ise tevekkülü, Allah'ı vekil kılmayı gerektirir. İnanan insanın, acziyet ve (manevi) fakirliğini bilip "Hasbunallâhu ve ni'mel vekil" (Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir.) demekten başka çaresi yoktur. Allah'ı vekil kılmak, O'na tevekkül etmek, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanmanın zaruri şartıdır. Allah ve Resulüne iman edip itaat eden ve buyruklarına teslim olan müminin, Allah'a tevekkül etmesi en sağlam sığınaktır.

Tevekkül, Allah'a güvenmektir. Tevekkül, Allah'ın takdir ettiği mukadderatın mutlaka gerçekleşeceğine inanmaktır. Tevekkül, işlerinin tedbirini aldıktan sonra takatinin üzerindeki hususları Allah'a havale etmektir. Tevekkül, en güzel vekil olan Allah'a dayanmaktır. Tevekkül, sadece Allah'tan yardım beklemektir. Tevekkül, yerine getirilmesi gereken durumları yerine getirmek hususunda, Allah Resulü (sav)in sünnetine tabi olmaktır.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, tevekkül, sebepleri tamamen reddetmek değildir. Aksine, sebepleri, kudret elinin perdesi bilip riayet ederek; sebeplere teşebbüsü ise bir nevi fiilî dua telâkki ederek, sonuçları yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.

İnsan, başına gelen bela ve musibetlerin baskısından, sıkıntısından, ancak Allah'a teslimiyet ve tevekkülle kurtulabilir. Sebeplere tevessül ederek üzerine düşeni tam olarak yaptıktan sonra, Allah'a tevekkül eden insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluk ve saadete erişir.(bk. Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Gülistan Dergisi, 75. Sayı Mart 2007)

Sonuç:

Sadet-i dareynin / iki cihanın mutluluğu adresinde ilk basamak imandır..

İman eden; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz.” der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa O’nundur. Ben de O’nunum” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur.

Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır. Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddî-manevî her şeyde Allah’ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşâhede edebilmektir. Her şeyde rahmetin izini ve özünü görmek be Ona sonsuz hamdetmektir.

Saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah’a bırakmak, O’na boyun eğmek. Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah’ın kaderden bize ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir.

Tevekkül; âsûde bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işini Allah’a ısmarlamak. O’na sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere teşebbüsten sonra ağırlıklarını O’nun kudret eline bırakmak.

Mümin ve Müslüman, bir takım sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz.. Çünkü iman eden bilir:

Madem O var her şey var!

Teslimiyeti varsa O’na, dünya yükü hafiftir artık.

Ve tevekkülü varsa, O mutlaka bizimledir.

Yerlerin ve göklerin ilahı olan Allah’ın yanında olduğu kişi ise, dünyadan ebede kadar âsûde bahar ülkesindedir.
http://www.youtube.com/watch?v=unYDjh5yOEo
Namaz Kılmıyorsun Ücreti Az mı Geliyor?



Arkadaşlar bu yazımızda namazla ne kadar irtibatımız var ona biraz bakacağız. Namaza karşı duruşumuz nedir, hatta namaz nedir biliyor muyuz ya da farkında mıyız, namazdan kazandıklarımız nedir, kılmazsak kaybettiklerimiz nelerdir ona bir bakacağız. Umarım hepimiz nefsimize bir ders çıkarırız bu yazının sonunda. Bu satırlardan sonra bu yazıyı baştan sona okumak, hepimizin üzerine bir borç olmuştur. Çünkü mesulüz ve devekuşu gibi kafamızı toprağın altında ebediyen tutamayız. İnanıyorum ki birçoklarımız için bir başlangıç olacaktır bu yazı.

Çok zaman kendimiz zorlanıyoruzdur, sizler de farkındasınızdır. Yani namaz deyince, o 10 dakikalık o ilahi huzurda durulan o vazife, sanki 3 saatlik böyle bir inşaat işçiliğine dönüşüyor, sanki beton işçiliği kadar zor geliyor bizlere. Ezan okunuyor, sanki acı bir haber duymuş gibi hissediyoruz. ‘’ Off yaa şu namazı kılayım da aradan çıksın hemen.’’ gibi düşüncelere girenler bile vardır içimizde. Gerçek bu yani, hiç kıvırmaya gerek yok, ezan okununca acaba kaçımız ‘’Ohhh ferahladık yine’’ diyebiliyor? Hepimizde nefis var, şeytan var. Peki ama ne yapacağız? Namaz bir tarafta Allah Teala’nın çok kati bir emri iken, bizim nefis ve şeytan ise bize böyle emrederken bizim halimiz de bu durumdayken biz ne yapacağız? Bunları tekrardan bir değerlendirmemiz lazım.

Bir örnekle başlayacağız yazıya. Bir zaman, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin yanına biri geliyor ve diyor ki:

‘’ Namaz iyidir, fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.’’

Bediüzzaman yazıya şöyle bir giriş yapıyor:

‘’O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim ve işittim ki aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağı ile Şeytan’dan aynı dersi alıyor. O vakit anladım o zat o sözü bütün kötülüğü emreden nefislerin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben de dedim madem nefsim kötülüğü emreder nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.’’

Evet arkadaşlar, dikkat edip dinlerseniz bizim nefsimizde de hemen hemen aynı sözlerin çınladığını duyacaksınız. Şimdi buradaki karşılaştığımız mesele nedir? Hakikaten her gün
her gün namaz kılınması insana ister istemez iç dünyasında bir yük oluşturuyor. Yani bunu çok cesaret edip dillendiremiyoruz ama iç dünyamızda bu duyguları yaşıyoruz. Peki, bu nefsin hem de sürekli kötülüğü emreden bu nefsin, nasıl olacakta dizginlerini elimize alacağız da o namazı şevkle, gayretle, büyük bir keyifle, manasına uygun bir halde kılacağız? Bunun için ne yapmamız lazım? İşte onu, yani nefsimizi uyarmamız lazım. Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi nefisine söylemiş olduğu ikazları biz de kendi nefislerimize söyleyeceğiz, inşallah nefsin bu oyunlarından kurtularak namazın hakkıyla edasına, Allah’ın izni ile muvaffak olacağız.

‘’ Ey bedbaht nefsim acaba ömrün ebedi midir?’’ diye başlıyor Üstad.
Bunu sormak lazım değil mi en baştan. Acaba ömrümüz ebedi mi? Mesela, niçin yalnız kalmak istemiyoruz. Evde biraz yalnız kalsak, şöyle 1 hafta veya 10 gün ve hiç kimse ile konuşmasak, büyük ihtimal birçoğumuzu afakanlar basar. Çok geçmeden hemen bir arkadaşınızı cep telefonunuzdan aramak istersiniz veya internetten birileri ile konuşmaya çalışırsınız. En iyi senaryo hemen televizyonu açar içerde ses olmasını istersiniz. Birileri ile bir şeyler yapmak görüşmek istersiniz. Çünkü korkarız, kendimizle baş başa kalıpta kendi yapmadığımız vazifelerin hatırlanmasından dolayı korkarız. Ölüm bile gelir insanın aklına. İşte burada sormak gerekir, ‘’ Ey bedbaht nefsim acaba ömrün ebedi midir?’’ diye. Ama maalesef ki bedbaht nefis bizim yerimize cevap veriyor ve diyor ki: ‘’ Senden yaşlı bir sürü insan var, daha yaşayacaksın, çok kafaya takma işin içinden çıkamazın.’’ Evet, yukarıdaki soruya hepimiz ömrümüz ebedi değil, elbet bir gün öleceğiz diyordur ama kapıdan dışarı çıkınca maalesef ki unutuyoruz.

Buradaki mesele ne peki? Arkadaşlar, bu böyle yüzlerce kişinin içinde olmuyor. Bu olay yalnız başınıza, gecenin bir yarısı tek başına yürüdüğünüz zaman oluyor. O zaman ‘’ Ölüm var, ömrüm ebedi değildir diyorsunuz.’’ Ya da yatağa yattığınız zaman gece yalnız kaldığınız bir anda oluyor. Dikkat edin siz de fark edeceksiniz. Ve aynı duygulara bürünmüş olduğunuzu göreceksiniz. Son bir tavsiye, gerçekten ölümü hissetmek istiyorsanız etrafınızda insan bulundurmayın. İnsanların bulunduğu ortamda her yer şen şakrakken ölümü düşünmeniz bir hikâyeden öteye geçemez. Çok basit bir örnek, çarşıda dolaşırken bir durak öteye yürüyene kadar Yüce Yaratan’ı hatırlayan var mıdır içimizde? Her daim, her an onunla mıyız? Kandırmayalım kendimizi. Korktuğumuz zaman ya da zor durumda kaldığımız zaman hatırlarız genelde. Devam edelim Bediüzzaman’ın ikazlarıyla.

‘’Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın? ‘’

Evet, hakikaten de yok kati bir senedimiz. Yarına çıkacağımız garanti de değil. Belki 5 dakikaya çıkacağımız belli değil. Ama sabah kalkınca böyle bir şey hissediyor muyuz? Nefsim adına konuşuyorum, hissetmiyorum. Çünkü ölümle ilgili hala birçoğumuzun problemi yok ki. Mesela ben daha 23 yaşındayım ama nedir buradaki hadise ‘’daha çok yaşayacaksın, askere gideceksin, evleneceksin, çocukların olacak, ohoooo daha çok zaman dilimi var önümüzde. Şimdi ölümü düşünme vakti değil, bak baban hayatta, annen yaşıyor hatta dedelerin bile daha ölmemişken sen niye dert ediyosun’’ der arkadaşlar. Sadece dinlemeyi bir deneyin. Tek başınıza kalınca bir ses verin. Bunu bizleyen nefse aldanıp ne yapıyoruz? Bütün hedeflerimizi maalesef ki dünya boyutuna göre ayarlıyoruz. Ama Bediüzzaman ne diyor bize? Sen nefsine de ki:

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, yani bu namaz 5 defa kılmak çoktur, bitmeden usanç veriyor denilen hadise vardıya arkadaşlar, işte bize usanç veren buradadır. Bakın nefsin oyunu işte tam olarak burada. Neymiş nefsin oyunu? Tevehhüm-ü ebediyet. Yani bana ebedi olarak ya da çok uzun yaşayacağımı zannettiriyor. Onun içinde ne oluyor? Örneğin yatsıyı kıldık sonra ne düşünüyoruz? ‘’Ohoooo ben daha 40-50 daha namaz kılacağım yaaa, yarın da kılacam, sonra ki gün de. Kıl kıl bitmiyor.’’ Ama hakikatte böyle bir durum söz konusu mu? Yok.

Olmayan bir durumla ne yapıyor bize? Bizim sabrımızı tükettiriyor. Aslında, eğer ki şu vaktin namazını kılmışsak, namaz bizim için bitmiştir arkadaşlar. Bir sonraki vaktin ezanı okunmadığı müddetçe, biz de eğer o vakite ulaşmadığımız süre için de üzerimizde hiçbir namaz kalmamıştır. Yani 40-50 sene sonra kılacağımız namazları düşünmenize gerek yok. Çünkü onlar bize daha farz olmadı. Sadece şu an tek bir vakitten sorumluyuz. İşte şimdi nefsimize karşı biz kılıcımızı çekip ne diyeceğiz: ‘’ Ey nefis! Beni kandıramazsın. Benim ömrüm ebedi değil ki ya da benim yarına çıkacak kati bir senedim yok ki, sen neyin tezgahını yapıyorsun? Neden usanç verdirmeye çalışıyorsun? Ben son namazımı kıldım. Şayet bir daha Cenab-ı Hak huzuruna çağırırsa ve ben de o çağırdığı anda hayatta olursam elbette o an yine koşarım.’’ İşte bu şuuru nefsimize vermemiz gerekiyor. Bakalım Said Nursi Hazretleri sözlerine nasıl devam ediyor.

‘’Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır……. ‘’

Bakın burada çok enteresan bir mesele ortaya çıkıyor. ‘’Eğer anlasaydın ki ömrün azdır’’. Mesela bu yazıyı okuyan gençlerimizden veya büyüklerimizden namaz kılmayanlar olabilir. Bu neyi gösteriyor arkadaşlar. Namaz kılmayanlar ömürlerinin az olduğunu anlayamamışlar.

‘’Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faydasız gidiyor; elbette onun yirmi dört saatten birisini, hakikî bir ebedi hayatın saadetine sebep olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete harcamak, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir arzu ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.’’

Evet, 24 saatte bir saat. Bu Bediüzzaman Hazretleri’nin vermiş olduğu müthiş bir misal. Hakikaten öyle değil mi arkadaşlar. Yani toplasak 5 vakit namaz; abdest ve tesbihleri dahil 1 saatimizi almıyor mu arkadaşlar? Ve bunu da taksit taksit yapıyoruz. Ve bir namaz kılmak kadar, insan vücuduna ferahlık veren, ruhi dünyasına ferahlık veren başka hangi amel var ? Allah için insafınıza soruyorum. Zor mu? 5 dakika 4 rekatlık namazı kılmak zor mu? Gerçekten de biz ne nankör insanlarız. Bu kadar nimetin içerisinde, 24 saatlik hayatımızın bir gününün, 23 saatinin tamamını dünyadaki keyif ve lezzetlerimiz için harcarken ve kendi nefsimizin ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele verirken Allah Teala’nın hem de şu kainatın sultanı ve padişahı olan Yüce Yaratan’ın hem de bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimizin, bizden istemiş olduğu hem de bizim için istemiş olduğu. hem de yaparsak onunla bizi mükafatlandıracağı ve o amelle bizi affedeceği, günahlarımızı bağışlayacağı hem de bizim için en lazım olan ibadete 10 dakika ayıramayacak kadar nankörüz arkadaşlar. Bakın Rabbimiz nasıl yemin ediyor.

Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür. (Adiyat Suresi, 1-6. Ayetler)

Bakın nasıl devam ediyor Bediüzzaman yazısına;

‘’ Ey Sersem Nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir?

Yani kulluk vazifemiz ve görevimiz olan namaz çok mu kıymetsiz? Şimdi size soruyorum. Kaç paraya çalışıyorsunuz ? Bu yazıyı okuyan arkadaşlarımızın içinde 5000 TL maaşı olan var mıdır? Büyük ihtimalle yoktur. Birçoğumuz ya 1000 ya da 2000 TL maaş alıyoruzdur. Sabah 8.00 akşam 18.00. Hadi sıkıyorsa işe geç kalın ya da erken çıkın. Hadi işe bir iki gün üst üste gelmeyin. Hadi gün içerisinde saatten çalın, işi savsaklayın. Yapamayız değil mi arkadaşlar? Çünkü biz böyle acayip bir insanız. 1000 TL’ye insana kul oluruz da Cenab-ı Hakka kul olamayız. Nefse kul oluruz 23 saati heba ederiz de Allah Teala’ya kul olup 1 saat harcayamayız. Ağır ama hakikat bu kardeşim. Namaz kılmayanlar çoooooook büyük bir nankörlük içindeler.

Devam ediyor Bediüzzaman Said Nursi:

‘’ Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor?’’

Size soruyorum, siz içinizden cevap verin arkadaşlar.Ücreti az mı gerçekten? Neticesine bakalım. Sabah 8.00 akşam 18.00. Neticesi 1.000 TL. Hem de tam performans, gevşemeden. 1.000 TL için o kadar gayret, o kadar bilgi, o kadar efor harcıyoruz. Bilemedin 2.000 hadi 5.000 TL için. Peki, namazın neticesi yetersiz mi geliyor bize? Namazla kazanacağımız hem de sadece 10 dakika ile kazanacağımız o ücret, bizim için yetersiz mi?

‘’Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve aksatmadan çalışırsın. Acaba bu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbine gıda ve zenginlik…..’’

Namaz kılıp da ‘’ Yaa bu neydi beee, o kadar sıkıldım o kadar rahatsız oldum ki ! ‘’ diyen birini hiç gördünüz mü arkadaşlar? Namaz kıldıktan sonra genel bir ifadedir değil mi? İnsanlar birbirine bakar ve gülümser, o an bir samimiyet oluşur. İşte bu huzur ve ferahlığın sadece dışa yansıyan birkaç yönüdür. Neticesi budur arkadaşlar, dünyada dahi iken budur. Dikkat edin yavaş yavaş geliyoruz.

‘’ ….ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya…’’

Yani orada beslenmemiz için, orada bizim ışığımız yerine geçecek olan neymiş arkadaşlar? Namaz. Peki nerde? Kabirde. Yani öldüğümüz an ilk gideceğimiz menzil. Haşir meydanına kadar ilk bekleyeceğimiz yerde neyle besleneceğiz? Hiç düşünmez misiniz? O karanlık menzil nasıl aydınlanacak? Hiç akletmez misiniz? İşte namaz o kabri aydınlatıyor, o kabirde bizim gıdamız oluyor. İşte bunlar namazın neticesi. Hani diyorya, neticesi bize az mı geldi ki usançla bu namazı kılmıyoruz? Üstad devam ediyor:

‘’……..….ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burâk olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?’’

Evet, arkadaşlar çıkacağız değil mi mahşer meydanına, hesap vereceğiz, kurtulmak için büyük mücadeleler sergileyeceğiz değil mi, çok ciddi pişmanlıklar yaşayacağız değil mi, yani bir el bize uzansın da bizi kurtarsın diye bekleyeceğiz mahşerde. Annelerin, babaların, kardeşlerin veya evlatların birbirini tanımadığı, herkesin kendi derdine düştüğü bir zamanda, insanların boyunlarına kadar ter içerisinde kaldıkları, ‘’Acaba cehennemlik mi olacağım?’’ diye korkunun bütün vücudun zerrelerini kapladığı bir anda, bir kurtuluş istemiyor musunuz? Bir beraat istemiyor musunuz, ya da hakkınızda bir senet istemiyor musunuz? İşte o namaz mahkememiz olan mahşerde senet ve kurtuluşumuz olacak.

Peki, arkadaşlar korkutmuyor mu altı cehennem olan buradaki insanların istisnasız gireceği, o yürüyeceği, üzerinden geçeceği sırat, düşmekten korkmuyor muyuz? Cehennem endişe vermiyor mu? İşte kurtulmak isteriz değil mi? Sırat köprüsünün geniş bir cadde olmasını isteriz kendimize. Oradan rahat geçmek isteriz. Nasıl mı? Bizim için bir nur ve binek olacak olan namazla.

Arkadaşlar hem dünyada, hem kabirde, hem mahşerde, hem de sıratta namaz bizi yalnız bırakmayacak. Az mı geldi ücreti? Sizce 2.000 TL’den daha mı değersiz? 10 saatimizi işe ayırırken, 10 dakikamızı ayıramıyor muyuz? Hiç mi aklımız yok, hiç mi kafamız ticarete çalışmıyor. Bu kadar kısa sürede, bu kadar faydayı elde edebilecekken neden kaybediyoruz, neden nefsin bu oyununa geliyoruz? Bediüzzaman ikazına devam ediyor:

‘’Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’d etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-va’d edebilir ’’

Yani sözünde durmayabilir. Değil mi arkadaşlar? Çokça görülmüştür bu hadiseler. Sözünde durmayabilir ama sen yine de çalışırsın ay sonuna kadar. Bir ihtimaldir dersin. Peki, sözünden dönmesi imkânsız olan bir Zat, yani Cenab-ı Hak, bize söz vermedi mi arkadaşlar; cennete sizi alacağım diye ayet-i kerimelerle söylemedi mi?
Evet arkadaşlar, cennet dedi. Bütün sevdiklerinle beraber ebedi bir mutluluk dedi, orada köşkler, saraylar, bahçeler dedi, üzüntü, tasa, gam, kederin olmadığı yer dedi. Şaşırdık mı arkadaşlar? Dünyada tuğladan yapılmış evler yerine, niçin biz ahretteki köşk ve saraylara gözümüzü dikmedik. 10 dakika ile yapıyorsunuz bunu. Evet sadece 10 dakika ile kazanıyorsun bütün bunları. Ücreti az mı buluyorsun? Peki, namaz kılmayanları geçtik bir de kılanlara bakalım ne diyor Üstad Said Nursi:

‘’……..sen hizmet etmezsen veya isteksiz, gülünç veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va’dinde itham ve hediyesini küçümsesen……..’’

Evet arkadaşlar, ezan okundu, isteksiz, ben diyeyim maskara gibi siz deyin palyaço gibi. Allah Teala’nın huzuruna gidiyoruz, kikir kikir gülüyoruz. Gayet laubali, laçka, ciddi olmayan bir tavırla, sanki kainatın sultanının huzuruna değil de prova yapmaya çıkıyoruz. Bazen oflayıp pufluyoruz. Sanki işkence ediyorlarmış gibi ızdırap çekiyoruz namazlarımızda. Cenab-ı Hak’ın hediyesini küçük görmeyelim arkadaşlar. Yani o cennet, Cemalullah, ebedi hayat bir şey değil desen, hafife alsan, benim için 2.000 TL daha kıymetli desen, senin Cennetin senin ebedi saadetin ne oluyormuş ki 2.000 Tl’nin yanında, ben tuğladan yapmış olduğum 2 katlı binada daha memnun olurum Allah’ım, niye isteyeyim ki ben senin ebedi saadet yurdunu desen. Namaz kılmamak bu anlama geliyor değil mi arkadaşlar? Diyorsanız ki yok Allah’ım biz tuğladan evler istiyoruz, biz 3-5 senelik bir dünya hayatı mutluluğunu istiyoruz, biz nefsimize köle olacağız, biz dünyanın bütün zevklerini tatmak istiyoruz, biz zengin olup gururlu gururlu dolaşıp insanlara hava atmak istiyoruz demek olmuyor mu arkadaşlar? Bir daha düşünün. Ve Risale-i Nur’un son cümlesi arkadaşlar:

‘’Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu? ‘’

Yani yapmazsak bir de cehennem gibi bir ceza ile bizi cezalandıracağını buyuruyor Allah Teala. Evet sevgili kardeşim, bu cehennem sizi korkutmuyor mu? En hafif ve en latif bir ibadet için bize gayret vermiyor mu bu cennet ve cehennem? Şimdi oturup bir muhasebe yapmamız ve tekrardan düşünmemiz lazım. Namaz kılmayan kardeşim varsa, şu an vakti geçirmeden derhal başlaması gerekir. Yine hatırlatıyorum ki 40-50 senelik namazlar değil sadece şu vakit üzerimize farz. İlerisini düşünüp vesveselenmeyin. Şeytan böyle kandırıyor. Çekin kılıcınızı artık siz ona saldırın. ‘’Yeter artık bizi esaret altında tuttuğun!’’ deyin.

Karar verelim arkadaşlar. Kime kulluk ediyoruz? Nefsimize mi yoksa Yüce Mevla’ya mı? Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin namaz ile ilgili yazmış olduğu bu yazının tamamını Risale-i Nur Külliyatında Sözler Adlı Eserde 21. Sözde baştan sona okumanızı tavsiye ederim. Hatta şimdi internetten açıp okuyabilirsiniz değerli kardeşlerim. Link vermem kurallara aykırı olduğundan veremiyorum ama Risale-i Nur’dan okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Duanıza muhtaç kardeşiniz için bir dua etmeniz temennisi ile…

Es-Selamu Alekûm ve Rahmetullahi ve Berakatûhû

10 Aralık 2012 Pazartesi

Açıklamalı - 24.MEKTUB-Cenab-ı Hakk'ın Rahim Hakim Vedud İsimleri Hakkında Bismillahirrahmanirrahim Elhamdulillahi rabbil alemin vesselatu vesselamu ala rasuluna muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain 24 mektubun ilk nüktesini birlikte anlamaya çalışalım inşallah. Risale-i Nurlar da oldukça ilmi ve derin hakikatlere kapılar açıldığını görüyoruz. 24 mektupta aslında bu manada ilmi ve derin bir hakikattir. 24. MEKTUP (Allah) dilediği hükmü verir. (Maide Suresi: 1) Allah dilediğini yapar. (İbrahim Suresi: 27) SUAL:Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri şefkatperver şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbettârâne taltif,nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş olan mevt ve ademle, zeval ve firakla, musibet ve meşakkatle tevfik edilebilir? Haydi, insan saadet-i ebediyeye gittiği için, mevt yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebâtat envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekaya müştak olan hayvânat taifelerin mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında ve gayet süratle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir? Diye bir sual ediliyor. Ki bu sualdeki itirazı mantıkla her halukarda karşılaşıyoruz. En evvel dedi ki: Esma-i Hüsna’nın en büyüklerinden 3 isim zikretti. Ve onların açılımlarını ifade etti. Rahim ismi--------neyi gerektiriyor-----şefkatperverane terbiye Hakim ismi------- neyi gerektiriyor-----maslahatkarane tedbir Vedud ismi--------neyi gerektiriyor-----muhabbetterane taltif Bu isimlerle böyle muamellerde bulunan bir Rabbimiz var. Şefkatiyle hikmetiyle muhabbetiyle… Lakin sualde dedi ki bir yanda da Mevtler var Zevaller var Firaklar var Musibetler var Meşakatler var….. Bunlar birbiriyle nasıl örtüşüyor? Ki hatırlayalım umumi afetler husule geldiğinde Ayyuka çıkan seslerde böyleydi dimi? Mesela bir deprem hadisesinde Nerde adaletli İlahınız hitapları yükseldi. Hani merhamet dendi. Veya tsunamide veya hortum hadiselerinde veya Filistin’de… Veya bir başka yerde bir başka şekilde kalbimizi müteessir edecek hadiselerle… Hemhal olduğumuz zamanlarda böylesi bir düşünce husule gelebiliyor. Ve artı sualin devamına bakarsak; Hadi dedi insanın çektiklerini hoş görelim. Sonunda ebedi saadet var diyoruz. Peki ya çok nazik ve nazenin yaratılmış ağaçlar, bitkiler, yaprakları, çiçekleri, Hayvanat taifeleri…. Onlarda da var bu mevt. Zeval firak meşakkat bu pencereden işte Hangi şefkat var hangi merhamet var Hangi hikmet maslahat var diye sual ediliyor. ELCEVAP: Dâi ve muktazîyi gösteren Beş Remizle ve gayeleri ve faydaları gösteren Beş İşaretle şu suali halleden çok geniş ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzmâya uzaktan uzağa baktırmaya çalışacağız. Bu konudaki sebep ve gerekçeleri 5 remizle ilk makamda izah ediyor üstad. Gaye ve faydaları da 5 işaretle ikinci makamda izah ediyor. Yalnız vurguyu yaptı Üstad Bu mesele nasıl bir mesele.. Çok geniş Çok derin Çok yüksek bir hakikat-i uzma… Evett birinci makam 5 remizdir diyor. Şimdi bize 5 remizle neden bu musibetler bu zevaller bu meşakkatler mevtler… Halbuki Allah’ın rahim hakim ve vedud isimlerine rağmen… Bunun gerekçeleri izah ediliyor. Birinci remize bakalım inşallah Remiz deyince oraya bir parantez düşmek istiyorum Remiz aslında işaret demek Ama arapça çok geniş manaları tazammun eden bir dil olduğu için Aralarında frekans farkı oluyor. Ve Üstad öyle muhteşem yerli yerinde ifadeler kullanıyor ki Burada remiz kelimesi en derin ve uzun herkesin anlayamayacağı işaret manasında kullanılmış. BİRİNCİ REMİZ Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde denildiği gibi, nasıl ki mahir bir san'atkâr, kıymettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi san'at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san'atkâra desin:"Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?" Öyle bir hakkı var mıdır ? 26 sözden bu örneği hatırlıyoruz Bir harika sanatkar sanatını nakşedecek bir miskin adamı ücretini vererek model yapıyor. Sen hem ücret al hem de vazifen sadece modellik yapmak olsun. Birde üstüne kalk sanatkara de ki haydaa benim elbisemi kestin biçtin ne hale getirdin. Birde otur kalk bana zahmet verdin. Böyle bir hakkı yoktur malumunuz.. Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı san'atını göstermek için, herbir şeye, hususan zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor. Cenab-ı hak yarattığı her mevcudu model kabul etmiş ve napıyor? Esmasını nakşediyor. Neden? Kemal-i sanatını göstermek için. Her mevcut üzerindeki nakış işleyiş kaza ve kader kalemiyle işleyiş aslında nedir? Cilve-i Esma’dır ve buna mukabil ücret vermiş. Nasıl vermiş? Her mevcuda layık bir ücret vermiş. Herkese ayrı ona layık bir ücret Halada şikayetkar dilimiz var. Mülkün sahibi, mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf eder, sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin"Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun." Hâşâ! Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Dikkat edelim bu kısma Mevcudatın hiç bir cihetle hak dava etme hakkı yok dedi. Çünkü mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. O mevcut kendine malik mi ki hak dava etsin. Buna mukabil ne yapacağız? Varlığa ve verilenlere daimi hamd ve şükredenlerden olacağız inşallah. Neye şükür ve hamd peki? Verilen vücud mertebelerine… Bir bakalım ne o verilen vücud mertebeleri nelerr Şimdi en başta bizi ademde bırakmamış. Napmış? Bir vücuda getirmiş dimi… "VAR" etmiş. Sonra hayat nimetini vermiş. Ardından bize şuur vermiş. Öylede bırakmamış ne vermiş? İnsaniyeti ihsan etmiş. Daha sonra bakıyorsunuz İnsaniyet-i kübra olan islamiyeti nasib etmiş. Marifetullahta terakki kapıları açmış. Muhabettullah da deseniz öyle… Ve artı bunların yanında hepimize has hususi ihsanları ki saymakla bitiremeyiz. Hasılı bütün bunlar için bize düşen hamd ve şükürdür. Efendim biz kalkıyoruz.. Yahu neden benim şu kadar, şunun kadar param yok? Yada başkası gibi bilmem şöyle değilim Kıyaslamalar…. Ve akabinden gelen itirazlar… Var mı böyle hakkımız??? Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Aslında bu bir kaide gibi. Şimdi vukuat dediğimiz ortaya çıkan, vuku bulan şeyler. Bize verilen o saydığımız vücud mertebeleri bir vukuat. Allah’ın bize vermiş olduğu nimetler illet ister dedi Üstad İlleti sebebi Allah’ın rahmeti cömertliği deriz değil mi? Birde verilmeyenler var. Bunlara Üstad imkanat dedi. Oladabilir olmayadabilir yani vuku bulmamış. O zaman diyoruz ki ademdir. Ki bunlarda nihayetsizdir. Bir illet arayamayız Yani neden verilmedi konumunda olmayız. Allah’ın bize vermeyi gücü yettiği halde hikmetinden vermediği nimetler onlar o yüzden illet istemezler. Şimdi daha da açacak Üstad örneklerle Onlara bakalım inşallah Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebâtî olmadık?" Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır. Bir maden kalkıp beni neden bitki olarak yaratmadın nasıl der? Derler ki hadi yaratmasayd…. Sana bir vücud vermiş değil mi? O neyi gerektiriyor? Şükrü. Kime? Fatırına… Fatır; herbirşeyi yokluk zulümatından çıkaran demek. Rabbimin bir esması bu kadar yerinde mi yazılır arkadaşlar subhanallah yaa Esmay-ı Hüsna’yı bile Üstad rastgele koymuyor. Nebâtat, "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekvâ edemez Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır. Hayvan ise, "Niçin insan olmadım?" diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et. Her birinde şükre medar bir nimet mertebesi var. Yek diğerine bakıp neden diyemezler ve hakeza kıyas et. Kendimize dönüp bakalım. Verilmeyenler için dediklerimize hissettiklerimize… Neden zengin değilim neden kuvvetli değilim neden güzel değilim neden nenden neden… Herkesin alemine havale edelim bu nedenleri… İşte bu nedenlerin karşısına Üstad koydu buyur dedi Sendeki vücud nimetleri vazifen şükür hamd… Rabbim bu vazifeyi hakkıyla yapmayı nasib etsin . Ey insan-ı müştekî! Ey şikayet eden insan! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ... İşte burada da sayıyor bizdeki nimetleri Başta da dedi. Ey müşteki, şikayet eden. Ne kadar az farkındayız nimetlerimizin. Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun? Hakikaten ne nankörüz… Onca vücud nimetini görmüyoruz. Ademiyatta imkanatta olan bizim elimize geçmemiş. Sen layık olmadığın nimete bana verilmedi diye şekva ediyorsun. Nasıl batıl bir hırsla ve ne yapmış oluyoruz aslında Küfran-ı nimet yani verileni hiçe saymış oluyoruz. Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?" diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar. İşte böyle bu misaldeki gibi oluyoruz Oysa Üstad divane bile anlar divaneliktir bu diyor. Bize yüksek bir makam verilmiş Oraya çıkana kadar çıktığımız her merdivende basamakta da hediyeler ihsan edilmiş. Biz halaa bu merdiven neden daha uzun değil derdindeyiz maalesef. Verilen onca basamaktaki onca nimeti görmeyip inkar ediyoruz. Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Üstadım son 3 paragraftır nefsimizin yüzüne şamar gibi vuruyor. Ey abd işte böylesin. MÜŞTEKİSİN NANKÖRSÜN KANAATSİZSİN HIRSLI VE İKTİSATSIZSIN İSRAFLI VE HAKSIZSIN ŞEKVALISIN VE GAFİLSİN. Katiyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. Bakın ihtiramdır dedi. Yani iktisad nimetlere güzel, menfaatli bir saygı, hürmet göstermektir dedi. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Burdada hafife almaktır dedi. Ve reçete geliyor diyor ki; Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, "Yâ Sabûr" de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır. Rabbim ben gerçekten kendine zulmedenlerden oldum Sen ise merhametlilerin en merhametlisin demedi mi peygamberi… Veya Yakup as veya Eyub as hepsi bize örnekler…. Şekva makamında değil belki nefsimizi şikayet eder gibi… Halimizi arz etmekten öteye geçme hakkımız yok Başka söze de sanırım hacet yok… Rabbim inşallah bizleri hakkıyla hamd ve şükrünü yaparak yaşayan kullarından eder.

9 Aralık 2012 Pazar

Açıklamalı 20.Mektub dersleri - Mukaddeme Bismillâhirrahmânirrahîm, sabah ve akşam namazlarının ardından tesbihatımızı yaparken onar kere tekrarladığımız bir cülme-i tevhid var لاۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ bir rivâyet-i sahîhada İsm-i Âzam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi var. Herbir kelimesinde, hem birer müjde ve beşaret, hem birer mertebe-i tevhîd-i rubûbiyet, hem bir İsm-i Âzam noktasında bir kibriyâ-i vahdet ve bir kemâl-i vahdâniyet vardır. Bu büyük ve ulvî hakikatlerin izahını sair Sözlere havale edip, bir vaade binaen, şimdilik mücmel bir hülâsa suretinde iki makam, bir mukaddime ile ona bir fihriste yapacağız. bu gece mukaddemeyi okuyalım birlikte Mukaddime Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. hiçbir yaratılmış yoktur ki bir hikmete bir gayeye binaen var edilmesin ve hatta sadece bir değil pek çok gayelere hizmet için, ulaşması için yaratılmış toprağından suyuna, güneşinden yağmuruna bitkisinden hayvanına ve insana kadar kainattaki herşey halk edilmiş, bir suret verilerek var edilmiş, ve her birisinin içine envai çeşit özellik konmuş, fıtratlar tayin edilmiş misal bir insan eli ayasıyla, beş parmağıyla ile halk edilmiş, ve fıtratına tutma özelliği konmuş fıtrat yalan söylemez. biz halk edilmiş, var edilmiş herşeyi, fıtratlarındaki özelliklerine göre kullanırız elin tutma özelliği varsa, tutmak için kullanılır amuda kalkıp üzerinde yürümek için kullanılmaz bu onun fıtratına ters düşer sürekli fıtrata ters hareket etmek fıtratın, verilen istidatların, özelliklerin bozulmasına sebeb olur yaratılış gayelerinin en yüksek mertebesine, ancak onları Allah a iman yolunda kullanmakla ulaşabiliriz; o gayelere ve özelliklere en uygun en doğru kullanım, her bir var edilmişten Allah a bir yol bulmak, O na c.c ulaşacak bir pencere açmak ve imanı kazanmakta kullanmaktır misal aklımıza baksak, düşünmek için var edilmiş, bu özelliğe sahip neyi düşünmek için sorusu onun var edilme amacını bulmak için sorulur ve bu soruya verilecek en güzel cevab "Allah ı bulmak, tanımak, anlamak ve inanmak için" şeklinde olur bundan daha ali bir cevabı olamaz, daha ali bir amacı yoktur sair latifeler, cihazlar buna kıyas edilerek, her birisi için bu soruya cevablar aranabilir ve aranmalıdır Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. insaniyet dendiğinde akla gelen ne kadar özellik varsa; "insaniyet namına şunu yap" gibi cümlelerimiz olur misal bunlar, yardımlaşma, sevgi, merhamet, hoşgörü gibi sair latif hallerdir işte bu özelliklerin en güzel inkişafı en yüksek mertebeleri Allah a iman ettikten sonra O nu c.c tanımakla kazanılabilir her bir istidad bir isme bakar bütün latif ve güzel istidadlar özellikler Rabbimizin isimlerine bakar, onlara ayna olur biz Allah ı tanımakla, isimlerini anlamakla bizdeki bu güzel özelliklerin asıl menbaını bulmakla onları gerçek kaynağına bağlayabilir, onları gerçek kaynağından doyurabilir ve bu hiç bitmeyen kaynaktan besleyebiliriz ve ancak o zaman, insaniyetin en ali mertebelerine ulaşılabilir ve buna ulaşmış olan en kamil insan efendimiz a.s.m ın hayatına baktığımızda iman-ı billahtan sonra gelen marifetullah ile ne kadar muazzam derecelere ulaşılabileceği görülebilir keza sahabe efendilerimiz, alim zatlar her birisinde bu mertebeler gözlenir ve makamları da yine bu nisbette yükselir Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. normalde yoldan geçen bir insan ile aramızda hiç bir bağ, hiçbir iletişim olmaz bambaşka memleketlere gideriz öncesinde oradaki insanların varlıklarını dahi bilmeyiz ama onları gördüğümüzde, işlerini gördüğümüzde, var olduklarına inanır, varlıklarını biliriz sonra tanımaya başlarız ve tanımanın ardından sevmek gelir arada bir muhabbet oluşmaya başlar ve o noktadan sonra o kişilerle, kardeşlerimizile, dostlarımızla olmak bize huzur vermeye başlar muhabbetimiz arttıkça onların yanındaki huzurumuz da artar bu huzur bir numunedir bizim için Allah ın yarttığı bir mahluka duyulan cüz i muhabbet ile verilen cüz i huzur cüz i saadet, cüzi mutluluk Cenab-ı Hakkı o nisbette ve daha da fazla tanıyıp O na c.c muhabbetimiz artıkça nasıl muazzam bir huzura, sevince, mutluluğa ulaşacağımızı gösteren küçük bir misaldir Rabbim hepimize gerçek huzuru saadeti yaşamayı nasib etsin Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. insan sadece maddeden oluşmamış, belki maddeden daha ziyade maneviyatı var maddi vucudun beslenme ihtiyacı gibi manevi vucudumuzunda beslenmeye ihtiyacı var bu besin ancak hakiki iman ile sağlanabiliyor hakiki imanın ardından gelen marifetullah ve muhabetullah ile sağlanabiliyor maneviyatımız, kalbimiz, ruhumuz ancak Allah ı sevmekle tatmin olabiliyor en halis, en temiz, en safi sevincini o zaman yaşayabiliyor Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. onlar; yani fıtartın ali mertebelerine ulaşması, insaniyetin kemale ermesi ruhumuzun huzur imanı billah olmadan, muhabbetullah olmadan olmuyor ve yine onlar, yani; hakiki saadet halis surur, halis sevinç safi lezzet dahi marifetullah ve muhabbetullah ile yakalanabiliyor Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur. ... günlük şikayetlerimiz .. sıkıntılarımız .. evhamalarımız .. dertlerimiz .. şimdi gözümün önünden geçiyorlar demek henüz hakiki tanıyamamışız hakiki sevememişiz ki hala şikayet etmeye, mutsuz olmaya devam edebiliyoruz .. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? sekizinci sözdeki sol yolun yolcusundan bahs edilirken, dünyanın nasıl perişan göründüğünü anlatır üstad hazretleri, her yerde ölümler, bitmeler, sıkıntılar .. böyle bir ortamda eli hiçbir yere yetişmeyen gücü hiç bir olumsuzluğu düzeltmeye yetmeyen insan koca dünyanın sultanı olsa ne fayda İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. kalabalığın ortasında annesini kaybetmiş üç yaşında bir çocuk düşünün etrafında tanımadığı koca koca insanlar kendi aciz fakir ne yapacağını şaşırmış sağa sola koşturuyor ama ne fayda elinde en pahalısından bir oyuncağı var ama hüngür hüngür ağlıyor feryat figan ediyor bu halde o çocuğa kim fayda verebilir kim onu mutlu edebilir dünyayı verseniz o çocuk sakinleşebilir mi? ama ne zaman annesini görür onun merhametli kollarına sarılır işte o zaman ne derdi kalır ne tasası ne ortasında oldukları kalabalıktan korkar ne de başka bir dert ona ilişebilir annesinin merhametine sığınır ve annesinin kuvvetinden güç alır insan dahi .. bu avare dünyada hengame içinde acziyeti ve fakirliği ile o çocuğa benzer .. ne zaman Rabbini bulur Rabbini görür o zaman O nun c.c merhametine iltica eder, bütün fakirlikleri yoksunlukları biter O nun kudretine dayanır o zaman fakirliği acizliği son bulur Rabbim kendisine hakiki kul olabilmeyi nasib etsin her daim hakiki imanı yaşamayı nasib etsin hepimize inşallah